Zlatan’ın İntikamı

zlatan-pep-2-tri


Yıl 2010. La Liga’da yaz sezonu. Zlatan Ibrahimovic, sezon sonu Barça teknik direktörü Pep Guardiola’yla arasındaki anlaşmazlık ile boğuşuyor ve Avrupa’nın en çok konuşulan kulüplerinden birinden ayrılışını detaylı bir şekilde açıklıyor. Birazdan okuyacaklarınız Random House tarafından piyasaya sürülen I Am Zlatan adlı kitaptan özel olarak seçilmiş pasajlardır.
 

Bazen, belki de insanlara çok fazla yükleniyorumdur. Bilmiyorum. En başından beri bu böyleydi. Babam, içtiği zaman kızgın bir ayı gibi ses çıkartırdı ve ailedeki herkes o ortamı korkarak terk ederdi. Ama ben onun karşısında dururdum. Erkek Erkeğe! Ona alkolü bırakması gerektiğini söyledim. Sinirinden çıldırarak “S*keyim seni! Bu benim evim! Ne yapmak istersem onu yaparım. Kıçına tekmeyi basarım!” dedi.

Bazen tamamen kaos ortamı olurdu. Bütün apartman sallanırdı. Ancak hiçbir zaman fiziksel bir kavga olmadı. Koca bir yüreği vardı. Benim için ölmeye hazırdı. Dürüst olmak gerekirse ben ise kavga etmeye hazırdım.

Her şeye hazırlıklıydım ve bazen, şimdi anlıyorum ki, kesinlikle hiçbir amaç yoktu. Olaylar, öfke ve sürtüşmeye sebep olurdu. İkimiz de doğru yöne tek bir adım atmazdık, hep tam tersineydi. Yine de bunu devam ettirdim. O kavgalarla yüzleştim. Sanmayın ki “ailedeki sert çocuktum” imajı yaratıp kendimle övünüyorum. Kesinlikle öyle bir şey yok. Olayları sadece olduğu gibi anlatıyorum.

Bu, en başından beri sahip olduğum bir özellik. Kaçmadım, hep öne çıktım, sadece babamla olan tartışmalarda değil. Tüm çocukluğum çok çabuk sinirlenen zor insanlarla doluydu. Annem, kız kardeşlerim ve evin etrafındaki çocuklar… O zamandan beri içimde hep bir gözlemleyen taraf oldu. Neler oluyor? Kim kavga istiyor? Bedenim her zaman savaşa hazırdı.

zlatan_bookcover_576

Çocukluğum işte böyle geçti. Eminim ki zaman içinde, Barcelona’ya gelmeden önce, çok değiştim. Helena’yla tanıştım, çocuklarım oldu, duruldum ve “Yağı uzatır mısın lütfen?” gibi cümleler kurmaya başladım. Tüm bu anıların çoğu Barça’daydı. Kulüpteki o günlerde yumruklarımı sıktım ve kendi köşemi savunmaya hazırlandım. Elbette bu, 2010 senesinde, ilkbaharın sonu, yazın başı gibiydi. Güney Afrika’daki Dünya Kupası yaklaşıyor ve kulüp başkanımız Joan Laporta Barça’dan ayrılıyordu.

Kulübe yeni bir başkan seçiyorlardı ve genelde bu tarz bir olay huzursuzluk yaratır. Sandro Rosell adında biri başa getirildi. Rosell, 2005 yılından beri başkan yardımcısıydı ve eski başkan Laporta ile ilişkisi gayet iyiydi. Ama bir şey oldu. Kimilerine göre artık düşmanlardı. Haliyle insanlar da endişelenmeye başladı. Acaba Rosell takımdaki eskileri satacak mıydı? Kimse bilmiyordu.

Beni rekor bir fiyata buraya getiren Laporta’ydı ve Rosell’in, onun bu yatırımının saçma olduğunu göstermesini düşünmek mantıksız değildi. Birçok gazete Rosell’in ilk işinin beni satmak olduğunu yazdı. Ne gazetecilerin Guardiola’yla aramda neler yaşandığına dair bir fikri vardı ne de benim. Ama aramızdakilerin doğru olmadığını anladılar, gerçi bunu anlamak için futbol uzmanı olmaya gerek de yok. Bu durumu kafaya taktım ve sahada her zaman olduğu gibi davranmadım. Guardiola beni mahvetmişti.

Durum belirsizdi. Ligi kazanıp tatile çıkmıştık. Uzun zamandır yaptığım tatillerden çok daha fazlasına ihtiyacım vardı. Biraz uzaklaşmaya ihtiyacım vardı. Bu sebeple Helena ile beraber Los Angeles, Las Vegas gibi yerlere gittik. Ardından ise Dünya Kupası başladı. Turnuvayı zar zor izledim. Hayal kırıklığına uğramıştım. İsveç turnuvada değildi ve aslına bakarsanız, futbolu da çok düşünmek istemedim. Barça’daki tüm o karışıklığı düşünmeye engel olmaya çalıştım ama tabii ki bu çok uzun sürmedi. Günler ilerledi. Yakında geri dönüyor olacağım. Her ne kadar düşünmemeye çalışsam da, sorular sonunda geri döndü. Ne olacak? Ne yapmalıyım? Beynim çınlıyordu. Ortada bariz bir çıkar yol vardı. Bir başka takıma transfer olmalıydım. Ancak her şeye rağmen hayallerimin bu kadar kolay ellerimin arasından kayıp gitmesine kesinlikle izin veremezdim. Onun yerine, antrenmanlarda köpek gibi çalışıp her zamankinden daha da iyi olmaya karar verdim.

Kimse benimle uğraşamaz. Onlara gösterecektim ama ne oldu dersiniz? Hiç kimseye gösterecek bir şans bulamadım. Guardiola beni çağırdığı zaman kramponlarımı ayağıma giymeye bile… Sanırım günlerden Temmuz’un 19’uydu. Çoğu takım arkadaşım Dünya Kupası’ndan henüz geri dönmemişti. Pep benimle kısa bir konuşma yapmaya kalkıştığında oldukça sakin bir ortam vardı. Belli ki söyleyecek bir şeyleri vardı. Gergindi ve tuhaf davranıyordu. Muhtemelen bir takım şeylerin uğruna başlarda iyi davranmaya çalışıyordu.

“Tatilin nasıl geçti?”

“Güzeldi!”

“Yeni sezon öncesi kendini nasıl hissediyorsun?”

“İyiyim ve %100’ümü vermeye hazırım!”

“Dinle…”

“Evet?”

“Yedek kalmaya hazır olmalısın” dedi ve önceden de söylediğim gibi bu, sezonun ilk günüydü. Sezon öncesi kampı henüz başlamamıştı. Guardiola beni oynarken hiç görmemişti, bir dakika bile. Sözlerini, kişisel bir saldırıdan başka bir şekilde yorumlamak mümkün değildi.

Söylediğim tek şey “Tamam” oldu. “Anlıyorum.”

“Bildiğin gibi Valencia’dan David Villa’yı transfer ettik.” David çok değerliydi. Dünya Kupası’nı kazanmak üzere olan İspanya kadrosunun yıldızlarından biriydi. Ama yine de, o bir kanat oyuncusuydu ben ise merkez. Onun transferiyle benim hiçbir alakam yoktu.

“Buna ne diyeceksin?” diye devam etti.

“Tebrikler” in ötesinde aklıma hiçbir şey gelmedi. Ama daha sonra birdenbire aklıma bir şey geldi: Onu neden test etmeyeyim? Bu kararının futbol ile herhangi bir ilişkisi olup olmadığını veya sadece beni kulüpten göndermeye mi çalıştığını neden test etmeyeyim?

“Buna ne mi söyleyeceğim?” diye başladım.

“Evet.”

“Imm, daha çok çalışacağım. Kadrodaki yerimi alabilmek için deliler gibi çalışacağım. Seni iyi olduğuma ikna edeceğim.” Kendime inanamıyordum. Hayatımda hiçbir zaman yalaka olmamıştım. Felsefem, her zaman oyunumun konuşması üzerine olmuştu. %100’ünü vereceğini söylemek o kadar saçma ki… Zaten %100’ünü vermek için maaşını alırsın. Ancak bu benim işin iç yüzünü anlama yöntemimdi. Ne söyleyeceğini duymak istiyordum. Eğer “Tamam, bakalım başarabilecek misin” derse bu da bir şeydir. Ama şimdi bana sadece baktı.

“Bunu biliyorum. Ama nasıl devam edeceğiz?” diye sordu.

“Aynen şöyle” diye cevapladım. “Ben sıkı çalışacağım, eğer benim yeteri kadar iyi olduğumu düşünürsen istediğin her pozisyonda, Messi’nin arkasında, önünde veya aşağısında oynayacağım. Her yerde. Sen karar vereceksin.”

“Bunu biliyorum. Ama nasıl devam edeceğiz?”

Aynı şeyi söylemeye devam etti. Söyledikleri kesinlikle bir anlam ifade etmiyordu, gereksizdi. Bunun, benim kadroda bir yer kazanmamla alakası olmadığını anladım. Bu kişisel bir meseleydi. Çıkıp benim kişiliğimi beğenmediğini söylemek yerine daha belirsiz bir cümleyle olayı daha az keyifsiz bir hale sokmaya çalışıyordu. “Nasıl devam edeceğiz?”

“Diğer herkes gibi yapıp, Messi için oynayacağım” dedim.

“Bunu biliyorum. Ama nasıl devam edeceğiz?”

Saçmaydı. Öyle sanıyorum ki, kontrolümü kaybedip bağırarak bunu kabul etmeyeceğimi, kulüpten ayrılacağımı söylememi bekliyordu. Böylece çıkıp, ayrılmak isteyen Zlatan, benim kararım değil diyebilecekti. Belki çok sık meydan okuyan acımasızın biriyim. Ama kendimi ne zaman zapt etmem gerektiğini biliyorum. Satılık olduğumu açıklayarak kazanacağım hiçbir şey yoktu, bu sebeple benimle konuştuğu için sakince teşekkür ettim ve oradan ayrıldım.

zlatan-pep-tri

Tabii ki öfkeliydim. Bütün bunlara rağmen konuşmamız verimliydi. Durumu anlamıştım. Ağzımla kuş tutsam yine de beni oynatmaya niyeti yoktu. Asıl soru ise her gün idmanlara katılıp, o adamın gözümün önünde olmasına katlanabilecek miydim? Bundan şüpheliydim. Yeni bir yola ihtiyacım olabileceğini düşündüm. Hem de her zaman.

Sezon öncesi kampı için Güney Kore ve Çin’e gittik ve orada birkaç maçta oynama fırsatı buldum. Bunun hiçbir anlamı yoktu. Takımın önemli oyuncuları henüz Dünya Kupasından dönmemişlerdi. Ben de hala istenmeyen adamdım. Guardiola mesafesini korumaya devam ediyordu. Herhangi bir şey istemesi durumunda, benimle konuşmak için diğerlerini gönderiyordu. Medya ise tamamıyla kontrolden çıkmıştı.  Bütün yaz boyunca vaziyet şu şekildeydi: Zlatan’a neler oluyor? Transfer mi olacak? Kalacak mı? Sürekli peşimdeydiler ve Guardiola için de durum farklı değildi. Hakkımda her daim bir sürü soru soruluyordu. Onlara ne söyledi dersiniz? Güzel ve dosdoğru bir biçimde Zlatan’ı sevmiyorum, ondan kurtulmak istiyorum? Pek de değil. Rahat gözükmüyordu. Çıkıp “Zlatan kendi geleceğine kendisi karar verecek” diye geveledi.

Saçmalık! İçimde bir şey beni dürttü. Kendimi ateş altında hissettim, öfkeliydim. Bomba etkisi yaratacak bir şey yapmak istedim. Aramızdakilerin farklı bir aşamaya geçtiğinin farkındaydım. Artık sadece savaş yoktu, transfer piyasasındaki mücadele de vardı. En başından beri dünyanın en iyisi Mino Raiola (menajeri) benimleydi. Sürekli konuşurduk. Zor ve sert oynamaya karar verdik. Zaten Guardiola da bundan başka bir şeyi hak etmiyordu.

Güney Kore’de, kulübün yeni başkan yardımcısı Josep Maria Bartomeu ile bir görüşmemiz oldu. Otelde oturduk ve konuştuk. En azından o adam açıktı.

“Zlatan, eğer sana gelen herhangi bir teklif varsa, düşün derim.” dedi.

“Hiçbir yere gitmiyorum.” diye cevapladım. “Barcelona’nın oyuncusuyum, burada kalıyorum.”

Bartomeu şaşırmış görünüyordu.

“Ama bunu nasıl çözeceğiz?”

“Bir fikrim var.” Diye cevapladım.

“Öyle mi?”

“Real Madrid’e telefon edebilirsin.”

“Neden onlara telefon edelim?”

“Çünkü eğer Barça’dan gerçekten ayrılmak zorundaysam, Real’e gitmek istiyorum. Beni onlara gönderebilirsiniz.”

Bartomeu dehşete kapılmıştı.

“Şaka yapıyorsun.” dedi. Ben ise çok ciddiydim.

“Hiç de değil. Ortada bir sorunumuz var.” Diye devam ettim. “Beni istemediğini söyleyecek kadar adam olmayan bir teknik direktörümüz var. Kalmak istiyorum ama eğer beni göndermek istiyorsa çıkıp kendisi söylemek durumunda, açık ve net. Gitmek istediğim tek bir kulüp var, o da Real Madrid.”

Odayı terk ettim. Artık daha fazla oyalanmak yoktu, Real Madrid’i istediğimi söyledim. Oyun zamanıydı. Ancak tabii ki bu bir başlama vuruşuydu, bir provokasyon, stratejik bir blöf. Gerçekte ise elimizde olanlar Manchester City ve AC Milan’dı.

Manchester City’de yaşanan tüm o inanılmaz şeylerin, Birleşik Arap Emirlikleri’nden gelip, takımı devralan ekibin parasının tabii ki bilincindeydim. City birkaç yıl içinde pek tabii büyük bir kulüp haline gelebilirdi, ancak yakında 29 olacaktım. Uzun vadeli planlar için vaktim yoktu ve para, hiçbir zaman en önemli şey olmadı. Şu anda iyi olabilecek bir kulübe gitmek istiyordum ve Milan gibi tarihi olan bir kulüp de yoktu.

“Milan’a gidelim.” dedim.

ibra-messi-tri

Tamamen planlarımız dâhilinde, Guardiola ve yönetimi strese soktuğumuzu fark ettik. Düşüncemiz, onların moralini öylesine bozmaktı ki beni ucuza ellerinden çıkartabilsinler. Yeni başkan Sandro Rosell ile yaptığımız toplantıda hemen fark ettik ki Rosell zor bir durumdaydı.

“Bunun için üzgünüm.” dedi. “Ancak durum ortada. Gitmek istediğin belirli bir kulüp var mı?”

Menajerim Mino’yla beraber ona, Bartomeu’ya söylediğimiz aynı şeyi söyledik.

“Aslına bakarsanız evet.” dedim. “Var.”

“Güzel, çok güzel.” Yüzünde mutlu bir ifade belirmişti. “Hangi kulüp?”

“Real Madrid.”

Yüzü soldu. Bir Barça yıldızının Real Madrid’e gitmesi vatana ihanetle eşdeğerdi.

“Mümkün değil.” diye yanıtladı. “Onun dışında her şey olur.”

Sarsılmıştı. Mino ile ben ise şunu söyleyebilirdik: Şimdi oyunumuzu oynamaya başladık. Sakince devam ettim “Imm, bir soru sordunuz ve ben de cevap verdim. Bir daha söyleyeyim, gidebileceğim tek kulüp olarak Real Madrid’i görüyorum. Mourinho’yu seviyorum. Ancak onlara sizin telefon edip bunu kendiniz söylemeniz gerek. Anlaştık mı?”

Anlaşmamıştık. Dünyada bundan daha az olası herhangi bir şey daha yoktu ve tabii ki de Sandro Rosell’in panikleyeceğini biliyorduk. Kulüp beni 40 milyon pound eşdeğerinde satın aldı. Başkan, o parayı geri alabilmek için baskı altındaydı ama beni Mourinho’nun yeni kulübü Real’e satarsa, taraftarlar tarafından direk linç edilirdi. Beni, ne teknik direktör yüzünden takımda tutabilirdi, ne de en büyük rakiplerine gönderebilirdi. Biz baskı kurmaya devam ederken o da üstünlüğünü yitirmişti.

“Bunun ne kadar kolay olabileceğini bir düşünün.  Mourinho beni ne kadar çok istediğini bizzat söyledi.”

Böyle bir şeye dair en ufak bir bilgimiz yoktu ama söylediğimiz şey bu oldu.

“Hayır.” dedi.

“Çok yazık! Aklımızda olan tek kulüp Real Madrid.”

Gülümseyerek odayı terk ettik. Real Madrid ısrarımız ise hep devam etti. Bu bizim resmi söylemimizdi. İşin perde arkasındaysa AC Milan vardı. Eğer Rosell umutsuzluğa kapılırsa bu Barça için iyi olmayacaktı ama Milan’ın işine yarayacaktı. Rosell ne kadar umutsuzluğa kapılırsa beni almak da o kadar ucuz olacaktı ve bu da en sonunda benim işime gelecekti. Bu, iki bölümü olan bir oyundu: biri insanlarının gözünün önünde, diğeriyse gizli kapılar ardında. Yine de saat ilerlemeye devam ediyordu. Transfer sezonu Ağustos’un 31’inde kapanıyordu ve ayın 26’sında AC Milan ile Nou Camp’da bir hazırlık maçımız vardı. Henüz hiçbir şey belli değildi. Ancak mesele çoktan medyanın dilindeydi. Spekülasyonlar her yerdeydi ve Milan’ın başkan yardımcısı Adriano Galliani resmi olarak Ibrahimovic’i almadan Barcelona’yı terk etmeyeceğini açıklamıştı. Statta ise taraftarlar hazırladıkları pankartları sallıyorlardı: “Ibra, kal!”

zlatan-milan-tri

Normal olarak üzerimde çokça ilgi vardı. Ancak bu daha çok Barcelona’da bir çeşit tanrı olan Ronaldinho’nun maçıydı. Milan için oynuyordu ama önceden Barça’nın oyuncusuydu ve burada 2 sene üst üste Dünyanın En İyi Futbolcusu ödülüne layık görülmüştü. Maçtan önce büyük ekranda onun en iyi anları gösterilecekti ve sahanın çevresinde onur turu atması öngörülüyordu. Ama bu adam… Ne isterse onu yapıyor.

Soyunma odasında oturmuş, sahadaki turu bekliyorduk. Çok tuhaftı. Dışardaki kalabalığın haykırışını duyabiliyordum. Guardiola’nın bana bakmadığı açıktı. Ben ise bunun takımla son maçım olup olmayacağını merak ediyordum. Neler yaşanacaktı? Hiçbir fikrim yoktu. Sonra herkes doğruldu. Ronaldinho… Karizmatik adam, gerçekten en iyilerden biri. Kapının aralığından içeri doğru bir bakış attı. Herkes ona doğru bakıyordu. Sırıtarak:

“Ibra!” diye bağırdı.

“Evet” diye cevapladım.

Eşyalarını topladın mı? Buraya, seni Milan’a götürmek için geldim!”

Tabii ki herkesin şüpheleri vardı. Kimse bunu bu kadar açık bir şekilde duymamıştı. Şimdi ise tekrar tekrar söyleniyordu. En başından anlatayım. Maç pek de bir anlam ifade etmiyordu, Ronaldinho’yla daha başlama vuruşunun öncesinde transferim hakkında şakalaşmaya devam ediyorduk. Sahada beraber gülerken çekilen fotoğraflarımız her yere yayılmıştı. En kötüsü ise devre arasında soyuma odalarına giderken yaşandı. Tüm o büyük isimler bana sesleniyordu; Pirlo, Gattuso, Nesta ve Ambrosini.

“Gelmek zorundasın Ibra. Sana ihtiyacımız var!”

Milan son zamanlarda kolay bir dönem geçirmiyordu. Son yıllarda Inter, lige ağırlığını koymuştu ve AC Milan’daki herkes zaferlerle dolu yeni bir dönemin hasretini çekiyordu. Şimdi biliyorum ki oyuncuların çoğu, özellikle de Gattuso, kulüp yönetimine baskı kuruyordu.

“Tanrı aşkına, alın şu Ibra’yı. Takımda gerçekten kazanan bir adamın zihniyetine ihtiyacımız var.”

Bu o kadar da kolay değildi. Milan’ın eskisi kadar parası yoktu ve Sandro Rosell, ne kadar umutsuz olursa olsun, yine de benim üstümden alabildiğince çok para almaya çalışmaya devam etti. 40-50 milyon Euro istiyordu ama Mino, oyunu hırsla sürdürdü.

“Hiçbir şey elde edemeyeceksiniz. Ibra Real Madrid’e gidecek. Milan’a gitmek istemiyoruz.”

“30 milyona ne dersin?”

Zaman daralıyordu ve Rosell fiyatı düşürdükçe düşürüyordu. Durum zamanla daha da umut verici bir hale geliyordu. Bir gün Galliani, Helena’yla beni evimde ziyaret etti. Yaşlı Galliani nüfuzlu biridir ve Silvio Berlusconi’nin iş ortağıdır. Sıkı pazarlıkçıdır.

Onunla Juventus’tan ayrılırken de iş yapmıştım ve o zamanlar bana “Teklifim budur, kabul edersin veya etmezsin.” demişti. O zamanlar Juventus krizdeydi bu yüzden Galliani galip gelmişti. Şimdiyse işler tersine dönmüştü, baskı altında olan oydu. Verdiği sözler, oyunculardan ve taraftarlardan gelen baskıların neticesinde beni transfer etmeden gidemezdi. Üstelik ona yardım da etmiştik. Bonservis ücretimi aşağı çekmiştik. Sanki beni indirimle transfer ediyor gibiydi.

“Benim şartlarım bunlar.” dedim. “Kabul edersiniz veya etmezsiniz.” Derin düşüncelere dalıp terlediğini görebiliyordum.

Bazı ağır şartlar vardı.

“Tamam.” dedi.

“Tamam.”

El sıkıştık ve bonservis ücretimin pazarlığı devam etti. Bu, kulüplerin arasında bir işti, beni pek de ilgilendirmiyordu. İçinde pek çok faktörün olduğu bir piyesti.  Saat 1’di ve işlemeye devam ediyordu. Bir tarafta satıcının tedirginliği, diğer tarafta ise teknik direktörün benimle anlaşamaması vardı. Geçen her saatte Sandro Rosell daha da tedirgin oluyor, bonservisim daha da düşüyordu. Sonunda 20 milyon Euro’ya transfer oldum. 20 milyon! Tek bir kişi yüzünden bonservis ücretim 50 milyon dolar düştü.

Guardiola’nın problemi yüzünden kulüp korkunç bir iş yaptı. Deliceydi. Bunların hepsini, gerek olmamasına rağmen Sandro Rosell’e de söyledim. Zaten biliyordu. Eminim ki bütün gece, içinde bulunduğu duruma küfürler ederek gözüne uyku girmemişti. Barcelona’da geçirdiğim sezonu 22 gol 15 asistle oynayıp, değerimin %70’ini kaybetmiştim. Bu kimin suçuydu? Sandro Rosell de bunu çok iyi biliyordu. Hepimizin; Minonun, benim, Galliani’nin, avukatımın ve Bartomeu’nun Nou Camp’daki ofiste oturduğunu hatırlıyorum. Kontrat önümüzde duruyordu. Geri kalan tek şey imzalamak ve teşekkür edip hoşçakal demekti.

“Bilmeni isterim ki…” dedi Rosell kekeleyerek.

“Evet?”

“Şu an hayatımın en kötü anlaşmasını yapıyorum.” Diye devam etti.

“Seni neredeyse bedavaya gönderiyorum Ibra!”

“Berbat bir liderliğin nelere sebep olabileceğini görüyorsunuz.”

“Durumun iyi idare edilmediğinin farkındayım.” dedi ve imzaladı. Sonra benim sıramdı. Kalemi elime aldım. Herkes beni izliyordu. Bir şey söylemem gerektiğini hissettim. Belki de söylememeliydim, sessiz kalmalıydım ama söyleyip kurtulmak istediğim birkaç şey vardı.

“Guardiola’ya bir mesajım var.”

Elbette bu herkesi germişti. Neler oluyor? Yeterince tartışma olmamış mıydı? Sadece imzalayamaz mıydı?

“Zorunda mısın?”

“Evet. Ona söylemenizi istiyorum…” diye başladım ve onlara tam olarak ne söylemelerini gerektiğini söyledim.

Herkes yutkundu; düşünüyordu. Şimdi nasıl oluyor da bunları söylüyordu? İnanın bana, söylemek zorundaydım. İçimde bir şey olmuştu. Sadece işimi yeniden yapabilecek olmamın düşüncesi beni ateşlemiş, motivasyonumu geri kazanmıştım. Gerçek buydu.

İmzamı atıp o sözleri söylediğimde tekrardan kendim olmuştum. Kâbustan uyanmak gibiydi. Uzun zamandır ilk defa oynamak için yanıp tutuşuyordum. Futbolu bırakmak gibi düşünceler gitmiş; yerine büsbütün keyifle oynayabileceğim yeni bir evre gelmişti. Ya da daha ziyade keyif ve öfkeyle: Barça’dan kurtulduğum için mutlu ve hayalimi mahveden tek bir insana karşı öfkeli.

Özgürlüğüme kavuşmak gibiydi. Her şeyi daha da net görmeye başlamıştım. Ateşin tam ortasında yanarken, kendimi çoğunlukla neşelendirmeye çalışıyordum: O kadar da kötü değil, geri döneceğim, onlara göstereceğim. Bunu devamlı sürdürdüm. Ardından, her şey gerçekten sona erdikten sonra, o günlerin aslında çok zor geçtiğini anladım. Bir futbolcu olarak bana en çok anlam ifade etmesi gereken kişi, tamamen soğuk davranmıştı ve bu yaşadığım çoğu şeyden daha kötüydü. Muazzam bir baskı altında kalmıştım ve bu gibi durumlardan teknik direktörünüze ihtiyacınız vardır.

Benim kimim vardı? Benden uzak durmaya çalışan bir adam. Ben aslında hiç yokmuşum gibi davranmaya çalışan biri. Büyük bir yıldız olmalıyken, bunun yerine orada kendimi istenmeyen hissettim. Lanet olsun! Dünyanın en disiplinli 2 teknik direktörü Mourinho ve Capello’ya çalıştım ve hiç biriyle hiçbir problem yaşamadım. Ama sonra bu Guardiola… Ne zaman düşünsem öfkeleniyordum. Mino’ya söylediğimi asla unutmayacağım:

“Beni mahvetti.”

“Zlatan.” dedi.

“Evet?”

“Hayaller gerçeğe dönüşüp seni mutlu edebilir.”

“Evet.”

“Aynı zamanda gerçeğe dönüşüp seni öldürebilir.”

Yazar: Zlatan Ibrahimovic

Tarih: 3 Haziran 2014

Orijinal Metin

Yorum bırakın